Sevgili okuyucu! Sen, eline kalem alıp yazan, yazmayı düşünen gelmiş geçmiş bütün müelliflerin adı belirsiz, olgunlukla mütekâmil, müsâmahası engin, halden anlar, büyük kederlere ve sevinçlere ortak olabilen geniş kavrayışlı bir şahıssın. Birçok büyük mütefekkir, kendi devirlerinde yakınları, yaşadıkları toplumun ileri gelenleri tarafından anlaşılmasalar dahi kaleme sarılır ve nerede, nasıl, ne zaman yaşadığını bilmedikleri sana içlerini dökmekten kendilerini alamazlar. Sen o yazarın yakını veyâ çağ dışı yaşamak zorunda değilsin. Düşünüyorum da bunca büyük gönüllü insanın muhâtabı olan sen, belki de tarihin en kayda değer meçhul kahramanısın.
İnsanda bir yerlerde saklı, sadece kendine âit tutmak istediği mahrem dünyalar bulması pek tabiî görünür. Fakat gene insanda en büyük duygu, fikir, icat, keşif birikimlerini deşifre edip hemcinsleriyle paylaşma ihtiyâcı da baskın bir rûhî taleptir. Bu iki kutsî hal arasındaki çelişki senin şahsında muvâzenesini bulur. Gerçi yazan en mahrem duygularını, meselelerini ortaya döktüğünü zannetse de çok defâ cemiyet o gönül dağını ne görür ne de duyar… Ama ey aziz okuyucu! Senin karşında, bir fikrin çilesini çeken insan, kuytu mâbet köşelerinde en içten, en niyazlarını Rabbine döken âşıklardan farklı değildir. O, senin şahsında bir itminan duygusunu yaşar.
Aslında tek tek bildik sîmâlar değildir okuyucu. Okuyucu bir ma’şerî şuurdur. Ve yazı zamâna rehin edilmiştir. Yazı, ebediyet demektir. Okuyucu bu ebediyyetin sâhibi sıfatıyla yazarın karşısına, halde e bütün gelecek zamanlarda yaşayacak insanlık âilesi nâmına çıkar.
* * *
Hz. Yusuf’a kardeşleri bile dost değildi. Onu kandırıp çöl ortasında bir kuyuya atarak ölüme terk ettiler. Ama Yusuf kardeşlerinden görmediği sevgi ve alâkayı Züleyhâ’dan ve hattâ daha sonra bütün Mısır halkından doya doya gördü ve yaşadı.
İnsanlar sâdece yaşama içgüdüsüyle mi bir arada bulunma ihtiyâcındadırlar? Âileyi câzip kılan sadece kan bağımıdır? Yoksa o ocakta, insanın ezelî ve fıtrî yönelişi olan muhabbet en tabiî tezâhürleriyle yaşandığından mı vazgeçilmez ilk toplum örneğidir! Âile, anne babanın ivazsız garazsız sevgileri etrâfında, sürekli çevresindekileri rahatlatan ferâgatleri sâyesinde şekillenen ilk sosyal birlik. Âile, ancak özünde gönlünden sevgi kaynayan bir merkezin bulunduğu sevgi ocağı ise mânâlı toplum örneği olabiliyor. Aksi taktirde, arada birinci dereceden kan bağı bulunsa dahî bu, paylaşacak, ortaklaşa yaşayacak sevgileri tükenen insanların berâberliklerini sürdürmelerine yetmiyor. Aynı mantık, içinde barındığımız her cins topluma şâmil kılınabilir. İnsanları bir arada tutan en mühim güç sevgidir. Tarih boyunca yaşanmış berâberlikler dâimâ şu veyâ bu seviyede, şu veyâ bu mâhiyette sevgiler üzerine binâ edilegelmiştir.